Ay Tutulması, 2. Dünya Savaşı Anıları
Ahmet Hezarfen’den Anılar…
Ahmet Hezarfen (1920 Razgrat / Bulgaristan - 27 Mayıs 2005 İstanbul) özü sözü bir olan çok değerli, üretken bir yazarımızdı. Osmanlıca’dan özellikle Alevilik Bektaşilik konusunda yüzlerce belge çevirmiştir. Bunların önemli bir kısmı yayınlanmıştır. Yaşadığı devrin tanığı olan Ahmet Hezarfen’in yaşımı, yazıları, çalışmalarıyla, naçizane ilgilenen birisi olarak, ondan geriye kalanların da topluma aktarılması gerektiğine inanıyorum. Kendisiyle ilgili daha önce bir kitabım da yayınlanan Ahmet Hezarfen’in yayınlanmayı bekleyen daha nice belgeleri, yazıları, anıları var. Sağlığında toparladığım birçok yazısı, anısı, benim yaptığım yayınlanmamış birçok söyleşisiyle Ahmet Hezarfen hep bizlerle. Aşağıda 1930’lu, 40’lı yıllarda kendi köyü olan Bulgaristan Razgrat Yankovo (Yunus Abdal Köyü) çevresinde yaşadıklarını ve benim derlediğim yazılarını sizlere aktarıyorum.
Sevgi, saygı ve muhabbetle anıyoruz… O hep aramızda, eserleriyle, anılarıyla hep bizimle birlikte yaşıyor…
Ayhan Aydın
AY TUTULMASI
1930’lu yıllarda köylere henüz radyo girmedi. Girse de Türklerden radyo alacak kimse yoktu. (Varlıklılarda sen radyo ile ne yapıyorsun? Soruşturma korkusuna alamazdı.) Bunun için yaz, sonbahar işleri bitince, erkekler akşam olunca kahvehanelere, çoğu gençlerde odalara toplanırdı. Kadınlarda ara sıra komşulara geçer, burada hal hatır ederlerdi. Annem ile ablalarım komşumuz Çolakoğullarına geçerdik. Hele oraya Havva Anne (Nine) geldiyse, ondan seferberlikten önce Türkiye’ye nasıl göçtükleri, devletin onları Uşak ilinin köylerine yerleştirdiğinde oradaki insanlarla ne yaptıkları, onların davranışları, Muhacirlere karşı tutumlarını tatlı tatlı anlatırken kocası ölünce çocuklarını toplayıp, kervanlarla İstanbul’a nasıl geldiğini, ne güçlüklerle karşılaştığını anlatırken herkesin nefesi tutulurdu. Hele ki bu kadınların mahalle toplantısına mahallemizde okuryazar Zekiye Molla gelirse, o daha çok eski türküleri, destanları, yanık sesiyle söyler,
“Aldın Nemse bizim nazlı budini” destanını söylerken yaşlılar ağlar, hele
“11 ayda bir kuş kondu serene
Yarim sermiş çevresini çimene
Evim barkım eşim dostum hoş kalın
Gidiyorum dönülmeyen Yemen’e”
Türküsünü söylerken genç gelinlerde ağlayanlara katılırdı. Ben o zaman seren, Yemen nedir bilmezdim. Sonra serenin gemi direği olduğunu öğrendim, Yemen’i de Anadolu’ya gelince bir çok kişi “Benim dedem Yemen’de kalmış”, “Benim dedem de neredeyse on yıl Yemen’de askerlik yapmış” diyenler çoktu, onlardan öğrendim. Meğer Yemen bizim Rumeli insanlarını da çok ağlatmış.
Yine bir akşam komşulara gittik. Bizden önce tam kadro gelmiş, Havva Anne, Zekiye Molla ve çeşitli taklitler yapan Şafiye Kadın da oradaydı. Herkes “Bu akşam iyice eğleneceğiz” diyordu.
Önce hal hatır sormalar başladı. Bazı geveze kadınların konuşması uzadı da uzadı. Biz çocuklar bir an önce Havva Ninenin konuşmasını Şafiye’nin “Papazın kadınları vaftiz etmesi, değirmenci” taklitlerine başlamasını bekliyorduk. Sokakta bir bağırış çığırış başladı. Tatar Süleyman; “Komşular, ay hastalandı” diye bas bas bağırıyor, sokağa fırladık. Bütün mahalle sokakta yukarıda aya baktık. Bir çöreğin ucundan ısırılmış gibi bir yeri karaydı. Komşumuz Fıçıcı Hanife (Kocası fıçıcı idi); “Dünya bitiyor ayol! Kimin dilinde ne varsa okusun” yine mahalleden delikanlı Çinko Osman’a “Sen ezan okumasını bilirsin, çık şu avlunun üzerine de oku ayol!” diye bağırıyor, Çinko Osman hemen Çolakların eski saçaklı avluna tırmandı. Tutunduğu süven çürükmüş, öte tarafa düştü. Orada da bir tırmık varmış, az kalsın kazıklanacakmış, sonra öğrendik.
Ay gittikçe küçülüyor, canavar yutuyor diye yaşlılar ağlıyor, bizde onları görünce bizde ağlaşmaya başladık. Mahallemizde dedem Hezarfen Ahmet’in mülkünü alan Peno karısı, çocukları da çıktı. Fıçıcı Hanife onlara “Komşu dünya bitiyor, salavat getirin.” dedikçe, anam “Hiç Bulgar salavat bilir mi? Hanife’nin de aklına bak.” diyor, Peno’da uzun yıllar bu köye geldiği halde Türkçe’yi zor konuşuyor, karısı da biraz saf olduğundan o hiç konuşamıyordu. Çocukları kızları, bizim aramızda olduğundan Bulgarca’yı bile unutmuşlardı. Peno halktaki telaşı görünce “Korkmayın, bu korkacak şey değil” demek istiyor, “Ay tutulduysa sonra kurtulduysa” diyor Hanife Yenge “Bu Müslümanlar olmasa dünya çoktan bitecek, şükredin dünya onların sayesinde ayakta duruyor.
Baka karşıda Bulgar mahallesinde hiçbir kıpırtı yok.” Derken Peno’da sanki bu ay tutulmasında Bulgarların suçlanması kendine ağır geliyor “Komşular, Bulgarlar kabaklı (Kabahatli ) değil, yukarısını göstererek “Allah kabaklı” diyor. Kalabalık içinde Çoban Hüseyin’in Mehmet Abba “Hani nerede Deli Mehmet? Tüfeği alsa da şu canavara birkaç ateş etseydi.” (Köyde yalnız onun av tezkeresi vardı, onun için silah taşıyabilirdi) derken Ramazanda davul çalan Berber Hüseyin davulu almış, patlatırcasına çalarak geldi, bazıları da eski teneke çalıyor, Deli Mehmet’i çağırmışlar tüfeği alıp geldi, Mehmet Abba “A Çocuğum! göreyim seni, şu canavarın gözüne kez alda patlat!” derken Deli Mehmet tüfeği aya doğru kaldırdı, arkadaki kadınlardan Çolakların Cemile Anne kadınlara “Aman kaçın bizi de vurur” derken Mehmet Abba “Marı Cemle sen hepten papinmişin (Ahmak) hiç tüfek arkadakini vurur mu?” derken tüfek patladı, ortalığı bir sessizlik aldı. Ayda küçüldükçe küçüldü. Hanife Yenge “Aman ayol!
Bir bıçak arkası kaldı, canavar mı neyse ayı yutuyor” diye bar bar bağırıyor. Bazı kişiler de tüfek saçmalarının oraya varıp varmayacağını tartışıyor. Bazısı da “Patron (Mermi) olsa varır da öte yanına bile geçer” diyordu. Halk Deli Mehmet’e “Bir daha patlat” o da “Deminki domuz saçmasıydı, şimdi tavşan saçması atacağım” diyerek bir daha attı ve bu arada da ay yeniden aydınlanmaya başladı. Herkes “Canavar ölmese bile yaralanmıştır” diye konuşmaya başladı. Davulcu çalmayı bıraktı, yavaş yavaş herkes ayı kurtardık sevinciyle evlerine çekildi.
ÇAR III. BORİSİN DÜĞÜNÜ
İyi hatırlayamıyorum 1930 mu, yoksa 31 yılları mıydı? Aylardan beri, büyüklerden Çar Boris, İtalyan Kralının kızını alacakmış. Gelini tayyarelerle getirecekmiş” söylentisi dolaşıyordu. Hele bir sonbahar günü, günlerden her halde Pazardı. O gün bizim köyün üzerinden tayyarelerinin geçeceğini söylediler. Bizd e mahalle çocukları tayyareleri iyi görelim diye köyümüzün yakınındaki Yunus Baba Koruluğuna gittik. Oradaki kızılcıklar üzerinde kuruyup kalmış meyveleri toplayacaktık. Bazımızda yüksek karaağaçlar üzerine çıkarak saatlerce durduk. Ne gürültü parıltı olduysa da uçak geçmedi. Belki gece geçer diye herkes merakla beklemeyi sürdürdü. Koca köyde mukallit insanda çok, o gün evin önünde tayyareleri bekleyen Habil Çavuş ve karısı bir ara bahçeye tayyare düşer gibi bir şeyin düştüğünü görmüşler ve “Yetişin” bahçeye tayyare düştü!” diye bağırmaya başlamışlar. Yakınlarındaki Kurt Musa karısı ve kızlarıyla gelmiş. “Hani nerede tayyare” demişler ve biraz ilerde süpürgelik içinde bir tarla boyunduruğu (Öküzleri koştukları boyunduruk) ... Meğerse komşuları Abdi bir sırığa saban boyunduruğunu bağlayıp avludan aşırı fırlatmış. Fakat daha başkaları da bunu işitip gelmiş hatta bazıları da tayyare zannetmiş. Hatta bazıları “İçinde gelin var mıydı? Güvey nerede kalmış?” demişler...
O yıl Çar Boris, İtalyan Kralı III Emenoil’in kızı Yuhanna’yı aldı. Sonra ilkten Maria Luisa diye bir kızları oldu ve 1937 yılı Haziran ayında da oğlu Simeon Tırnovski doğdu. Bu İspanya’da hala kendini Bulgar Kralı saymaktadır.
Kralın oğlu olduktan sonra genel af oldu. Okulda düşük alan çocukların notları yükseltildi, sınıfta kalanlar sınıfını geçti, suçlular affedildi. Hatta babam tütün kaçakçılığından cezası affedilince çok sevindi.
1944’TE SİVİL SAVUNMA
1943 / 1944 öğretim yılında mahallemizde ki Türk okulunda öğretmen olarak görev yaparken öğretmen arkadaşlarımın çoğu Zapas (ihtiyat askeri) olarak askere çağrıldı. Okulda yalnız kaldım arasıra bir vekil öğretmen bulunsa da o da askere alınınca yine yalnız kalıyor dört sınıfla uğraşıyordum. Daha önce Bükreş, Sofya, Rusçuk gibi yerler bombalanırken bizlere yakın yerlerde bombalanmaya başlandı. Belediye bir Sivil Savunma örgütü kurarak başına Krum Stefanov başkan ben onun yardımcısı oldum. Emrimizde çapa, kürek, balta, tırpan, pulluklarla görev yapacaklar yaralananları taşıyıcılar, ilk yardım yapacaklar, yangın söndürecekler hep belirlenmişti. Sözün kısası mahallede kadın erkek hepsi görevli idi bize de sık sık yazılı emirler geliyor bizden neler yaptığımız neler yapacaklarımıza ilişkin bilgi isteniyordu. Baharın ilk aylarında bir akşam bir uygulama yapmamız istendi. Gündüzden köy bekçileri mahalle sabaha karşı çan çalınmaya başlayınca nereye toplanacakları nasıl hazırlanacakları bildirildi. O gece bay Krum’la Türk okulunda gece yarısına kadar neler yaptıracağımızı planladık sabaha da zaten az kalmıştı. Tan yeri ağarmadan gece bekçisi Mıstık’a çan çalmasını söyledik bu çan yangın ve başka bir tehlikeyi haber vermek Bulgarların pazara bir gün varken Cumartesi günü akşamı, yine Bulgarlardan ölenler olduğu zaman çan çalınırdı. Bu sabaha karşı çalınması ahali de bildikleri halde bir panik yarattı herkes evinden çıkıyor hatta bazısı çırılçıplak kullanacakları araç ve gereci bile almadan gelenler bile vardı. Onları araç ve gereçleri almaya yolladık birazdan ortalık aydınlandı herkes birbirini görüyor ilk telaş bitti. Birbirileri ile şakalaşmaya bile başladılar başkan Krum bazı kişileri çeşitli semtlere dağıtmaya başladı. Ben merkez de (Türk okulunda) kalıp su dolu fıçılarla gelenleri yukarı mahalle aşağı mahalle diye yolluyordum bir ara gülüşmeler başladı meğer biri çanı işitince acele karısının şalvarını giymiş meğer ona gülüşürmüşler bu günkü Sivil Savunma uygulamamız kuşluğa kadar sürdü, ikinci uygulamaya meydan kalmadı. 7 Eylül’de Kızılordu bizim oralara girdi.
1970’de köyümü ziyarete gittiğimde bir sabah Bay Krum’un evinin önünden geçerken bana pencereden hoca biraz dur konuşalım, dedi ve evden bir bastona dayana dayana zorla yürüyerek yanıma geldi. Hoş beşten sonra bilirsin seninle birlikte Sivil Savunma işini yürüttük seni o zaman çok beğendim iyi komşuluk yapacaktık, fakat sen Türkiye’ye gittin görüyorsun ben ne hale düştüm. Komünistler tarlalarımı, tarım araç gereçlerimi, küçükbaş büyük baş hayvanlarımı hep aldı tek TKZS (Ziraat Emek Kooperatifi) de yıllarca bana ahırlarda hayvan baktırdılar sağlığım bozuldu... Ve etrafına bakınarak sanki birisi duyacakmış gibi usulce: “sana bir şey söyleyeyim bizim yaşlı dedo (dedeler) bize her zaman buralara Osmanlı gelip Tuna’dan beygirlerini suladığı zaman rahat dinlence görürüz, diyordu ben başka bir şey bilmiyorum bizim dedoya inanıyorum diyerek toparlaya toparlaya evine gitti.
Mümtaz Soysal, Yıldız Kenter
MÜMTAZ SOYSAL, YILDIZ KENTER
Hani bazı isimler vardır, dünya durdukça yaşayacak, eylemleriyle, görüş ve düşünceleriyle yaşadıkları dönemde ve sonrasında bir büyük kitlenin, bir büyük davanın, bir büyük çabanın, bir sanat dalının da en önemli isimlerden olmuşlardır. Verdikleri mücadeleleri görmemek için; ya kör olmak gerekir, ya da tam anlamıyla cahil, ya da karanlık bir zihniyet…
Yurdumuz geçtiğimiz günlerde iki büyük ölümsüz değerini sonsuzluk âlemine uğurladı.
Her ikisinin de cenaze merasimlerinde bulunun, aynı zamanda orada hazır bulunanların ruhlarıyla bütünleşen birisi olarak söyleyeyim ki, bu ülkede ne demokrasi yok edilebilir, ne insanlık tükenir, ne de insana, insanca yaşama olan özlem biter. Aslında bu ülkede yürek aynı yürek, öz aynı öz, yanan aynı insanlık ateşidir.
Yazılarıyla Hukukumuzun Pusulası: Mümtaz Soysal
Mümtaz Soysal Hocanın kitaplarını, gazetelerdeki makalelerini okuyarak büyüdük. Yazıları çoğu zaman gerçek bir kutup yıldızı, pusula niteliğinde yazılardır.
Mümtaz Soysal, Türkiye’nin demokrasi, insan hakları, hukuk mücadelesinde her daim adı anılıp, yâd edilecek, yeri doldurulamaz çok büyük bir değerimizdi.
Mümtaz Soysal Hoca, bir kere her şeyden önce evrensel hukuk normlarını uluslar arası boyutuyla çok çok iyi bilen, hukuku bir insan hakları meselesi olarak yorumlayan, laiklik, özgürlük ve hukuk arasında doğrudan bağlar kuran bir düşün insanıdır.
İyi bir hukukçu olmak için sadece hukuku bilmek yetmiyor, tüm dünyaya, insan hakları meselelerine, devletin nasıl bir hukuk devleti olması gerektiğine ve evrensel değerlere bir bütünlükte bakıp, hukukun insanın her yönüyle gelişmesi için nasıl roller üstlenebileceğini de çok iyi bilmek gerekiyor. Hukuk metinlerini sadece “lafzıyla” bilmek ne ifade edebilir, onu bir ülke ve o ülkenin tüm vatandaşları açısından tam eşit ve evrensel olarak yorumlamadıktan sonra?
Mümtaz Soysal, özgürlükçü bir anayasa metni olarak yorumlanan 1960 Anayasası sürecinden bu çabalar içindeyken, 1980 darbesi ve sonrasındaki ‘82 Anayasasının ceberut, insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayan, bazılarını da yok eden, faşist ruha dayalı bu hukuk metnine bu sefer karşı koyarak bu konudaki mücadeleci isimlerin de başında yer alıyordu.
Mümtaz Soysal; çağdaş Türkiye’nin aydınlık yüzü, Türkçe’yi en iyi kullanan gazetecilerden birisi, ülkemizdeki her türlü sosyal-siyasal meselelerde kafa yormuş, hayatını demokrasi mücadelesine harcamış yeri doldurulamaz gerçek bir aydınızdır. Anası önünde büyük bir saygı ve hürmetle eğiliyoruz.
Evreni Aydınlatan Gerçek Bir Yıldız: Yıldız Kenter
Tiyatro insanoğlunun yarattığı en eski, en önemli sanat dalıdır. Tüm varlık, yokluk, var oluş, düşünce, acı, sevinç, dünyada insanın ve insanlığın istisnasız tüm halleri sanatın dolayısıyla tiyatronun da konusu içindedir. İyi bir tiyatrocu sadece rolünü iyi oynayan bir oyuncu değildir, tüm ruhunu, benliğini, özünü, tüm birikimlerini o oyuna verebilen insandır. Yürek yakıcı, göz yaşartıcı, ruha işleyen, benliğe kazınan ölümsüz dizeler, iyi bir tiyatrocuyla insanı ve insanlığı da değiştirir, onu tüm yaşamın gerçekliğiyle buluşturur. Büyük bir şair, bir öykücü, bir düşün insanı olmak yetmez tiyatro eseri yazarken, tüm gerçekliğiyle yaşamın içinde soluduğu metinler olmalıdır o metinler. Ama bundan da önemlisi tüm konuşmalarıyla, mimikleriyle, haykırışlarıyla, ruhlar ötesine geçip insanla buluşması, insana insandan daha yakın olması gerekir gerçek bir tiyatrocunun.
Yıldız Kenter’in yaptıklarını, nasıl usta bir tiyatrocu olduğunu anlatmaya kitaplar yetmez… O her boyutuyla çok yönlülüğün büyük ve ölümsüz bir ismidir; ırk, renk, cinsiyet, din, dil ayrımı yapmayan yeryüzü hümanizmasının doruk noktasındadır. Yıldız Kenter dünya durdukça yaşayacak bu toprakların en evrensel değerlerinden birisidir.
Yıldız Kenter sadece bir tiyatrocu, Türkiye’de tiyatronun öncü isimlerinden birisi değildir…
O yürüyen dağ idi, coşan deniz, dahası bir yar, cilveli bir ceylan, koca bir ana yüreği idi.
O çağıl çağıl akan nehir, tarlalarda altın başaklar, salkım söğütler, yağan yağmur, coşan bir öfke idi…
O Anadolu’ydu, o Balkanlar’dı, O tüm Asya, Avrupa, Afrika idi…
Görmediniz mi yoksa onu? O gidiyor, yakalayamadınız mı yoksa onu Urfa boylarında, Artvin dağlarında, Tokat’ta bir kervansarayda sohbet etmeniniz mi yoksa?
Oysaki ağlayan bebelerin gözyaşlarında, sistemin köleleştirdiği nasırlı ellerin derin kederlerinde o vardı.
Hani devriyeler geziyor, kim dost, kim düşman bilinmez büyük ulusal kurtuluş savaşında cephaneye mermi taşıyan analar vardı ya, görmediniz mi siz, işte onların umutlarında o vardı?
Yıldız Kenter diyorum size; dağ dağ, ova ova, bu yurt toprağında Hristiyanında, Alevisinde, Mecusisinde, Ermenisinde, Rumunda var olan…
Kimliğini bulan ve haykıran, ben insanım, insan oğluyum, insan kızıyım, diyebilen bir büyük, ölümsüz isim diyorum, ben size…
Anısı önünde sonsuz bir saygı, sevgi ve özlemle eğiliyoruz.
AYHAN AYDIN
Bir Yol Gazetesi, 21 Ekim 2019
Alevi - Bektaşi Araştırma Merkezi 2. Yazı
ALEVİ – BEKTAŞİ ARAŞTIRMA MERKEZİ (2.)
Ayhan Aydın
Alevi – Bektaşi toplumu, Alevi – Bektaşi kurum ve kuruluşları, tüm yaşanmışlıkların verdiği tecrübelerle artık çok ciddi bazı çalışmalar ve çabalar içinde olmak zorundadırlar. Bu çalışmalardan birisi de hiç şüphesiz Alevi - Bektaşi Araştırma Merkezi’dir.
Bugün kadar olduğu gibi halen de birçok Alevi - Bektaşi kurum ve kuruluşu kendi çapında Alevilik Bektaşilik araştırmalarında bazı çalışmalar yapmıştır. Her türlü takdirle birlikte, bunların yetersizliği de ortadadır. Türkiye’de Şahkulu Sultan Dergâhı, Cem Vakfı, Hacı Bektaş Anadolu Kültür Vakfı, 2 Temmuz Pir Sultan Abdal Kültür ve Eğitim Merkezi, Avrupa’da AABF Bünyesindeki çalışmalar, Alevi Bektaşi Kültür Enstitüsü çalışmaları gibi çabalar bu konudaki tecrübeler, önemli birikimleri bize vermektedir.
Bu konudaki en büyük sorunlarımızdan birisi de, paylaşımcı bir yapıdan uzak olarak, zaten az olan bilgi ve belgelerin de ortak kullanımda olmamasıdır. Yani kurumlar ellerindeki bilgi ve belgeyi ne birbirleriyle ne de tam anlamıyla halkla ve bilim insanlarıyla paylaşmamaktadırlar. Bu konuda bir kere bunun aşılması gereklidir. Mademki birlik, mademki birlikte çalışmak diyoruz, o zaman bunu da sağlayacağız, sağlamak zorundayız. Bilim insanları, araştırmacılar, gazeteciler de bu konuda örnek ve öncü isimler olmak zorundadırlar.
Alevilik - Bektaşilik hep söylenegeldiği gibi, asla ve asla sadece sözlü kültür olarak bugüne kadar gelmemiştir. Alevi - Bektaşi dünyasının sayısız yazılı belgesi de vardır. Yüzlerce basılı veya el yazması kitap, cönk, Osmanlı Arşivi içinde binlerce Alevilerin – Kızılbaşların- aleyhinde de olsa, lehinde de olsa yazılı belge, somut eserlerdir.
Alevi - Bektaşi toplumu; ocaklarıyla, tekkeleriyle, dergâhlarıyla yüzlerce yıldır yakılıp yok edilmek istensen de, hem göçebe bir toplum olsa da, sürgünden sürgüne giden bir büyük halk kitlesi olsa da, yüz binlerce somut kültür varlığını koruyabilmiş, halen de yaşatan bir özelliğe sahiptir.
Bağımsız, sadece bilimsel çalışmalar yapacak ve tüm dünyadaki Alevi- Bektaşi toplumunun varlığıyla ilgilenecek bir Araştırma Merkezinin kurulması gerekli ve zorunludur.
Alevi - Bektaşi Araştırma Merkezi 1. Yazı
ALEVİ – BEKTAŞİ ARAŞTIRMA MERKEZİ (1.)
Ayhan Aydın
Yüz yıllar boyunca, çok geniş bir coğrafyada; kendi özgün, özgür, bütünsel yapısını ortaya koyan Alevi – Bektaşi Yol ve Öğretisi, tüm tarihsel – kültürel boyutlarıyla çok ciddi bir şekilde araştırılmayı da gerektiren bir sosyal olgudur.
İnançsal, kültürel yapısı, ritüelleri, tüm somut enstrümanlarıyla bir üniversite bünyesinde her yönünün, objektif bir aklın gözetiminde, bilimsel olarak araştırılıp, geleceğe aktarılması için tüm malzemeleriyle ortaya konulması gereken büyük Alevi Bektaşi evreni, tüm dünyanın da mutlaka merak edip yararlanacağı bir alanı da ifade eder.
Manevi yapısı yanında, sosyolojik boyutuyla da sosyal bilimlerin; tarihin, etnolojinin, antropolojinin, halkbiliminin ve edebiyatın da ilgi alanında olan Alevi – Bektaşi kültür dünyasının somut, elle tutulur çok büyük ürünleri vardır.
Bu konuda nasıl ki müzelerin, eğitim merkezlerinin, kültür merkezlerinin kurulması gerekiyorsa, tüm bunlar içinde bir Alevi - Bektaşi Araştırma Merkezi’nin gerekliliği zaten kendisini uzun zamanlardır hissettirmektedir.
Dernek, vakıf, cemevi birlikleri bu toplumun ihtiyaçlarını belli oranlarda karşılarken, geçmişten geleceğe bu büyük yol ve öğretinin tüm boyutlarını araştırılıp, sorunlarını, olgularını ve tüm değerlerini tarafsız ve bilimsel bir şekilde ortaya koyabilecek çok ciddi bir kuruluşun olmaması bu yapının en büyük eksikliklerden birisidir.
Bugüne kadar Alevi kurum ve kuruluşları bu konuda bazı adım atmak isteseler de, bu konuda çok da başarılı olamamışlardır. Devlet ve özel üniversiteler bünyesinde oluşturulmaya çalışılan “araştırma merkezleri” ise, bazı güzel çalışmaları yanında; gerçekten de devletin tek boyutlu ve bazen dayatmacı bakış açısını yansıtmakta, tarafsızlığı ve bilimselliği tartışılır merkezler konumunda olmaktadırlar. Hatta çeşitli üniversitelerin “Alevilik – Bektaşilik Yüksek Lisans Programları” adı altındaki çalışmaları da aynı tek taraflı ve boyutluluğun etkisi altındadır.
Türkiye’de devletin; Alevi – Bektaşi varlığını yok sayması, haklarını vermemekte direnmesi, baskıcı ve dahası asimilasyoncu tavrı her geçen gün kendisini daha da çok hissettirmektedir. Türk Devletinin derin devleti olan, bir din fetva makamına dönüşen, Türkiye’de inanç özgürlüğünün, insan haklarının kısıtlandığı ana merkezlerden birisine dönüşen Diyanet İşleri Başkanlığı, her daim sinsi oyunlarını oynamayı sürdürmektedir. Sözde Aleviler adına “Alevi Bektaşi Klasikleri”ni yayınlayarak, zaman zaman dedelerin ellerine Kuran vererek, Alevilere “din dersi” veren Diyanet, devletin Alevilere bakışını yansıtan kurum olmaktadır. Aynı zamanda; MEB, TRT, Kültür Bakanlığı ve tüm birimlerinde devlet aklının Alevi Bektaşi varlığını yine yok sayıcı veya en azından üstün körü yasak savıcı bazı küçük hamleler dışında, değerlendirmemesi de bu devletin en büyük eksiklilerinden ve ayıplarından birisidir.
Bu kadim halkların, dinlerin ve uygarlıkların kutsal topraklarında Alevi Bektaşi Yol ve Öğretisi bilinçli bir şekilde tüm değerleriyle erimeye ve yok olmaya doğru itilmiş, maalesef bu konuda Aleviler de kendi kültürel varlıklarını koruma ve geleceğe aktarmada adeta devletle yarış içinde olmuşlardır.
Tüm bunlar yanında; eleştiri, vay vaylanma, umutsuzlukla da bir yere varılamaz.
Gün çalışma, araştırma, fikir ortaya koyma, üretme günüdür.
Son otuz yıldır, Alevi kurumlarının zaman zaman hemen hemen tümünün bir araya geldiği, “Alevilerde Birlik Toplantıları” olgusal olarak, umut verici, ufuk açıcı, heyecan uyandırıcı çalışmalar ve hamlelerdir.
En başından beri tüm bunlara en yakından tanıklık eden isimlerden birisiyim, tam otuz yılım tümüyle bu yapının içinde geçti.
Sonuçta, Alevilerin de umutlanmaya, sorunlarını yüksek sesle dile getirmeye ve gerçekten de tam anlamıyla birliğe, beraberliğe ve birçok konuda ortak çalışmaya ihtiyaçları vardır. Zaten biraz da bu yapılamadığı için, bazı hakların alınması ve sorunların giderilmesinde istediğimiz noktada değiliz.
Alevi kurumları; hiçbir kişinin, görüşün, yapının tatmin yerleri, kişilerin kendilerini gösterecekleri, meşruiyet kazanacakları mekânlar değildir. Ortak bir fikir ve proje çevresinde çalışamamak da yine bu toplumun temel çıkmazlarında birisidir.
Tüm bunların bilincinde olarak, sadece ve sadece kendi yol ve erkânımız, öğretimiz ve çocuklarımızın geleceği için ortak aklımızı kullanıp bugüne kadar bir türlü atamadığımız, bazı somut adımları bundans sonra atmak zorundayız.
Kişisellikten uzak, kurumsal varlığı hissettirme ve günü kurtarmanın dışında, Aleviler Bektaşiler artık daha ciddi, kalıcı çalışmalar yapmalı, geleceğe dair daha ciddi bazı adımlar atmak zorundadırlar.
Artık bıçak kemiğe dayanmıştır, bazı işler ya olur, ya olur.
Bu işlerden birisi de bir ortak bir Alevi - Bektaşi Araştırma Merkezi’nin kurulması zorunluluğudur.
Yazının ikinci bölümünde biraz daha konuyu açmaya çalışacağım.
Muhabbetlerimle.
Ayhan Aydın, 26 Kasım 2019
DİDAR BACI...
DİDAR BACI
Ayhan Aydın
Bu yaz, 20 Ağustos – 24 Eylül tarihleri arasında, Makedonya’daki Harabati Baba Tekkesi’nde dostluğu, hizmeti, paylaşımı, bilgi edinmeyi, bir Bektaşi Tekkesi’ndeki güncel gelişmeleri insanlara aktararak, eşsiz bir deneyim daha yaşadım. Balkanlar’daki Alevi - Bektaşi toplumu üzerindeki baskıları, asimilasyon çalışmalarını bu arada Sersem Ali Dedebaba ismiyle de anılan Harabati Baba Tekkesi’ndeki tüm gelişmeleri detaylarıyla daha önce kamuoyuyla paylaşmıştım. Bu tekkenin ve tüm Balkanlar’daki Alevi Bektaşi toplumunun sesi olmayı bundan sonra da, kısmetse gönüllü olarak yaptığım çalışmalarla sürdüreceğim.
Anadolu Aleviliği özelinde “Bacıyan-ı Rum” ismiyle anılan ve hala varlığı konusunda çok ciddi bilimsel çalışmalar yapılmamış olsa da söylencelerde yaşayan Bacılar Birliği, kavramı vardır; çok zor ve dar günlerde, erlerle birlikte inanç, yurt, dava, ilke adına mücadele eden eren kimlikli öncü kadınların biriliği. Zaten Kadın Erenler konusu da bir gerçeği ifade eder; Fatıma Ana’dan, Kadıncık Ana’ya, onlar da günümüze bir geleneğin izi sürülebilir.
Kadın; yardır, anadır, aslında evrenin de evin de temelidir, mayasıdır. Kültürü var edip, taşıyan kadın aynı zamanda Alevilikte belleğin de koruyucusu ve aktarımcısıdır.
İşte Didar Bacı’mız da, yani Didar Doko da, “çağdaş” bir bacı’mızdır. Üniversite mezunu, anne tarafından köklü bir Bektaşi ailesinden gelen ve hem Makedonya’da, hem de Bosna – Hersek’de yaşamını sürdüren Didar Bacı, çok maharetli, becerikli, temiz, titiz bir insandır. Bir ay boyunca birlikte bacı – kardeş olarak, Derviş Abdülmüttalip Bekiri ile birlikte üç can olarak, matemde, sohbette, yemek yapmada ve her türlü hizmette, tekkeye gelen ziyaretçileri ağırlamakta, bir kolektiflik oluşturduk. Hiçbir şüpheye yer olmayacak şekilde görev bölüşümüyle, hem tekkenin tüm günlük işlerini yürüttük, hem de yaşananları birlikte konuştuk, analiz ettik.
Oldukça keskin bir zekâya sahip olan Didar Doko, çok iyi Türkçe’siyle gelen tüm misafirlere, konuklara, şu veya bu nedenle yolu tekkeye düşenlere en ayrıntılarıyla tekkenin tarihini, yaşanan güncel sorunları, Alevi - Bektaşi kimliğinin bir bütün olduğunu, bu inancın değerlerini, Bektaşiliğin tutuculuktan uzak aydın insanların yürüdükleri bir yol olduğunu vurgulu cümlelerle uzun uzun anlatıyordu.
Arnavutça, Boşnakça yanında İngilizce’siyle de yine farklı uluslardan insanlara Bektaşiliğin misafirperverliğini de, nüktedanlığını da gösteriyordu. Empati yeteneğiyle, her ulustan insana kucak açabilen Didar Doko, yöredeki son dönem ünlü mücerret Hüsnü Kemal – Kalender- Baba’nın yeğeni olarak da sık sık Bektaşiliğin evrensel insani yönleri de hatırlatıyordu.
Didar Doko, geçmişi iyi bilen, günümüzü iyi analiz edip, gelecek de tekke üzerinde oynanabilecek oyunları da gören bir sezgisel ruha sahipti. O hiçbir hizmetten kaçınmıyor, ne bir gösteriş, ne bir beklenti, ne bir usanma göstermeden erkeklerin yani er kişilerin yapabilecekleri işleri de yiğit bir şekilde başarıp her şeyin üstesinden geliyordu. Hoşsohbet, lafını esirgemeyen, gerçeği hiçbir insan ayırmadan yüzüne de söyleyebilen, dedikodu yapmayan, mert bir insan olarak Didar Doko, daha önceden de birçok kez bir arada bulunsak da, bu gezimde ve bu sene gerçekten beni en çok şaşırtan bir can sima olarak karşıma çıktı.
Karanlıklar, türlü zorluklar içinde; bilinçli, kararlı, öngörü gücü çok kuvvetli, inancının ilkelerinden taviz vermeden, bu konuda kimseye göz açtırmadan, sözünü sakınmadan söyleyip, eylemiyle bunu gösteren Didar Doko aslında Didar Bacı’dır. Hiç abartısız, bu yiğit insan, Alevi - Bektaşi kadınının inisiyatif alarak, kültür dokularında olan mahir başarıyı çok üstün bir şekilde ortaya serebilmesinin timsalidir.
Evet, çok şükür ki; Alevilik Bektaşilik hala yaşıyor, üstü örtülmek istense de, biraz puslar ardında kalsa da tarihi değerleriyle varlığını sürdürebiliyor. Uyuyanlar, çıkar için asimilasyona biat edenler, sözde erkek olarak kadına baskı yapıp, onu dış kapının mandalı görüp, cemlerde de onun zorla başını örtüp, karanlığa gömmek isteyen sözde Alevi önderleri gözlerini açsınlar, yoksa onlara gözlerini açtıracak nice nice Didar Bacı’lar biraz örtülü kaldıkları yerlerden çıkıp gerçekleri onlara hatırlatmasını bilirler.
Ne diyeyim, sen çok yaşa, var ol Didar Bacı, minaresiz camiye dönüşmeye başlayan her cemevine, özellikle Avrupa’da kahvehaneye dönüşen her Alevi derneğine, asimilasyoncu çabayla işgal edilmek isteyen her tekkeye senin gibi bir “er” bacı lazım…
Aşk ve muhabbet ile kalın…
16 Kasım 2019, Bir Yol Gazetesi
HÜSEYİN ELMAS DEDE'YLE SÖYLEŞİ
ALEVİ GELENEĞİ YAŞATAN GÜL YÜZLÜ
BİR OCAK-DERGÂH İNSANI
HÜSEYİN ELMAS DEDE
(03-11-1959 / Sivas / Hafik / Yalıncak Köyü)
Daha önceden yazılarıyla tanıdığım ama ağırbaşlı kişiliğiyle de uzaktan çok sevdiğim sevgili dedemle özellikle son bir yıldır daha da yoğun bir diyaloğumuz oldu. Tahminlerim çok şükür ki yerinde çıktı. Çünkü artık insan yanılmak istemiyor; yanılmaktan bıkıp usandım ben en azından… Dışından baktım yeşil bir türbe, içine girdim tövbe estağfurullah… İnsanlar da, kurumlar da, yapılar da böyle oldu… Aydınlar, yazarlar, kurum başkanları… Benim için de özellikle dedeler, babalar, ozanlar… Sanatçıları pek saymıyorum. Sesleri beni de büyülüyor, beni de çok etkiliyor, bana da çok şey veriyor… Ama sanatçıların bir bölümü gerçekten Aleviliği bir geçim kapısı yapıp hiçbir emek vermeden, bu kültürü de çok da benimsemeden, para hatırına biraz da Alevi görünüp ya da Alevi hayranı görünüp yirmi-otuz yıldır en iyi para kazanan insanlar oldular…
Dedelerimiz, bizim öz değerlerimiz… Geçmişin o güzelliklerini yaşatan dedeler var mı? Dedelik kurumu gerçekten yaşıyor mu? Bilge, kâmil, dede gibi dedelerimiz halen yol-erkân sürüyorlar mı? En çok merak edilen konulardan birisi. Elbette benim de otuz yıldır peşinde olduğum ana sorulardan birisi…. İşte Hüseyin Elmas Dede, hem bilgili, hem görgülü, hem ağırbaşlı, hem hoşgörülü, hem engin, hem turap, hem kucaklayıcı, hem köklerini bilen, hem ocağının hakkını verirken tüm Alevileri hatta tüm insanlığı kucaklayan bir dedemiz… Onu tanımak gerçek anlamda bir büyük mutluluk; hem insan olarak, hem de bir yol âşığı olarak… İşte diyoruz, deminki soruların yanıtı olarak; evet, gerçek dedelerimiz hâlâ var, gelenek hâlâ yaşıyor, hâlâ çıkar pazarına düşmeden yoloğlu gerçek er kişiler aramızda yaşıyorlar… İyi ki varsın sevgili Hüseyin Dedem! Aşk ola sana ve senin gibi yolu sürenlere, bu geleneği gençlere ve geleceğe taşımanın yükünü çekebilenlere… Hü dost…
AYHAN AYDIN
- Sevgili Dede’m! Sizi daha yakından tanımak istiyoruz. Bize yaşam öykünüzü anlatabilir misiniz?
- Ana doğumum konusunda annemin söylediğine göre, aralık ayının 3. günü doğmuşum; dayım Hüseyin Feyzi Yalıncakoğlu’nun (Yalıncak Tekkesi’nin postnişini ve çok bilge bir insandı) kayıtlarında 1956 tarihi görülüyor. Ama nüfusa göre 03.11.1959 tarihinde, Sivas/Hafik/Yalıncak Köyü’nde doğmuşum.
Yalıncak Köyü’nün şöyle bir özelliği vardır: 1267 tarihinde Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin görevli olarak gönderdiği Seyit Muhammed Nuri yani Yalıncak Sultan adıyla anılan ulu zatın ilk dergâhını oluşturduğu ve bu vesileyle köyü de kurduğu bir köydür. Yaklaşık 800 yıldır Yalıncak Köyü’dür.
Yalıncak, Sultan Hünkâr’ın Çerağcısı ve 5. Halifelik Postu sahibi Pir Eba Sultan’ın oğludur. (Pirep Sultan). Onun da yani Pirep Sultan’ın da Konya’da Molla Sadreddin Konyevi ile ilgili Hünkâr’ın görevlendirmesiyle yolumuzu-erkânımız anlatmak üzere bir görevi vardır. Larende Kapısı denilen yerde de türbesi vardır.
- O zaman köyden bahsedin.
- 1830’lara kadar Yalıncak Köyü tamamen Yalıncak Sultan Evlâtları’ndan müteşekkil idi. 1826’da 2. Mahmut tarafından kapatılan binlerce Alevi-Bektaşi tekkesinden biri olmuştur ve ocak mensupları buradan uzaklaştırılmışlar, çeşitli yerlere dağıtılmışlardır.
Asıl ilk dağıtılma 1401 yılında oluyor. Yıldırım Beyazıt, o zaman Danişmentlerin başkenti olan Sivas bölgesini Osmanlı’ya iltihak etmek istiyor. Bölgede çok büyük çatışmalar yaşanıyor. Yalıncak Sultan evlâtları da 3 kardeş olarak farklı yörelere dağılıyorlar. Birisi Ankara’ya gönderiliyor. Bugünkü Ankara’daki ODTÜ arazisi içinde istimlak edilen Yalıncak Köyü’nü kurar. Kardeşlerden birisi Giresun tarafına göç ediyor. Asıl postnişin kardeş de Divriği’nin Örenik Köyü’ne (Bugün İmranlı’ya bağlı Aydoğan köyü’ne) gidiyor.
Tekke’deki hizmetler Örenik’ten bir süre sonra dönen postnişin aile tarafından 1826 yılına kadar kesintisiz sürdürülmüştür.
1826’da türbe ve tekke yıktırıldıktan sonra yeniden bir tasfiye hareketi olmuştur. Dergâhın çevresindeki araziler, yani dergâha ait araziler boş kalmıştır.
1830’larda Dersim bölgesinden biraz Erzincan’dan, bir aile de Malatya’dan boşaltılmış olan Yalıncak Köyü’ne yerleşmiştir.
Gürlevik Dağı eteklerine yerleşmiş olan Kürmeşli Aşireti, dedeleri olan Ağuiçen Ocağı dedelerinden bir aileyi de birlikte Yalıncak Köyü’ne getirirler. Kürmeş Aşireti önderlerinden İsmail Hakkı Ağa tarafından Seyit Mahmut ve üç oğlu olan Seyit Mehmet Ali, Seyit İsmail, Seyit Hüseyin ile birlikte yol ve erkân hizmetlerini sürdürsün diye getirilen bu aile aynı bizim ailemizdir.
Diğer Makaleler...
- 34. ABDAL MUSA ANMA ETKİNLİKLERİ YAPILDI (4-7 TEMMUZ 2019)
- Sivas Katliamı Bir Kez Daha Lanetlendi
- 30. Pir Sultan Abdal Anma- Kültür ve Sanat Etkinlikleri 29-30 Haziran 2019 Alevi Anma Etkinlikleri İçin Anadolu Yollarında (28 Haziran – 9 Temmuz 2019) Alevi Anma Etkinlikleri İçin Yollara Düştük… Yolumuz için yollara revan oluruz, cümle âlem dost olur
- 22. Geleneksel Topçu Baba Anma Etkinlikleri Yapıldı 15 Haziran 2019
- AHMET YESEVİ'DEN ŞAH HATAİ'YE, TÜRKİSTAN'A SEYAHAT
- MAYIS 2019 HABER, YORUM, BAZI GEZİLER
- ELLİNCİ YAŞ ŞİİRİ
- BİR GENÇ - ŞİİR
- Şiran Yeniköy'de Kullanılan Bazı Kelimeler
- Balkanlar’da Türkler, Aleviler, Bektaşiler